Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve enerji bağımlılığı ile iklim değişikliğinin yarattığı tehdit, Avrupalıları hem savunmaya hem de enerji geçişine yatırım yapmaya itmiş durumda. Dahası AB, ABD’nin, özellikle potansiyel ikinci Trump yönetimi altında, Avrupa’nın güvenliğini sağlama konusunda isteksiz tutumundan da endişe duyuyor.
AB üyelerinin Ukrayna’yı destekleme ve Avrupa’daki geleceğini kolaylaştırma ihtiyacı, önemli miktarda kaynak gerektireceğe benziyor. Son olarak, Çin’in yükselişi, Avrupa Birliği’ni ekonomik güvenliğini ciddiye almaya ve riski azaltma çabalarını ilerletmeye yöneltti. Mario Draghi’nin Financial Times’ta çok yerinde bir şekilde özetlediği gibi AB’nin savunma için ABD’ye, ihracat için Çin’e ve enerji için Rusya’ya güvenme dönemi artık sona erdi. Avrupa Merkez Bankası’nın eski başkanı ve eski İtalya başbakanı olan Draghi “Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana dayandığı jeopolitik, ekonomik model artık yok” ifadelerini kullandı.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve enerji bağımlılığı ile iklim değişikliğinin yarattığı tehdit, Avrupalıları hem savunmaya hem de enerji geçişine yatırım yapma ihtiyacı konusunda adeta uyandırdı. Fakat Avrupa’nın yeni jeopolitik rekabet çağının maliyetli olduğunu anlaması da uzun sürmedi.
Avrupa Birliği, ortak para birimi ve güçlü bir merkez bankasına sahip bir para birliği oluşturmuş olmasına rağmen, bir mali birlik ve ortak bir maliye politikasına hala sahip değil. AB bütçesinin tamamı yılda 200 milyar doların altında (AB GSYH’sinin yaklaşık yüzde 1’i) ve bu paranın yüzde 33’ü tarım sübvansiyonlarına gidiyor. AB devletlerinin borç ve açık düzeylerini sınırlayan sıkı mali kurallar (İstikrar ve Büyüme Paktı) da ülkelerin elini kolunu bağlamış durumda.
Yakın zamanda üzerinde anlaşmaya varılan bir reform, harcama esnekliğini artırıyor olsa da yeni kurallar, aynı zamanda üye devletler üzerinde açıkları azaltma yönünde daha fazla baskı oluşturuyor. İşte bu Avrupa’nın karşı karşıya olduğu en önemli ikilem olarak karşımızda duruyor. Yeni anlaşmaya göre Avrupa, bu yeni jeopolitik çağın taleplerini karşılamalı, Ukrayna’yı desteklemeli, savunmasını güçlendirmeli ve iklim kriziyle mücadele etmeli. Ancak bütün bunları finanse edecek uygun siyasi ve kurumsal mekanizmalardan yoksun olan AB’nin bunu nasıl başaracağı merak konusu. Fakat bundan çok daha önemli bir soru var: Bütün bunların parası nereden gelecek?
Avrupa’nın kolektif mali kapasitelerini geliştirip geliştirmemesi jeopolitik açıdan çok büyük önemli. NATO’nun GSYİH’nın %2’si tutarındaki savunma harcaması hedefi doğrudan Avrupa’nın mali ortamına ve AB mali kurallarına bağlı. Dahası, Avrupa’nın enerji geçişini hızlandırma, enerji güvensizliğini azaltma, rekabet gücünü artırma ve ekonomik güvenliğini sağlama kapasitesi, büyük ölçüde Avrupa kamu mallarını finanse edecek bir mali birliğin yaratılmasına endeksli. Avrupa bu nedenle bir yol ayrımında.
Görünen o ki AB geçtiğimiz on yılda korkulu rüyası olan parçalanma kabusundan kurtulmuş durumda ancak mali entegrasyonda büyük ilerlemeler sağlanmazsa, ekonomik ve jeopolitik olarak kolayca durağanlaşacağa benziyor. Avrupa Birliği’nin ve dolayısıyla bir bütün olarak Avrupa’nın önemli bir jeopolitik aktör olabilmesi için Brüksel’in kendi mali kapasitesini geliştirmesi gerekecek.
ABD’nin aksine, Avrupa Birliği ülkeleri GSYİH’ye oranla nispeten yüksek düzeyde kamu harcamalarına sahip. AB ortalaması %50 civarında iken Fransa gibi bazı ülkelerde bu seviye ortalamanın oldukça üstünde. Ancak AB, ABD hükümetinin aksine çok az harcama oranına sahip. Ayrıca, ABD eyaletlerinin harcamaları ve borçları sınırlamak için güvenilir kuralları olmasına rağmen, Avrupa Birliği’nde bu tür kuralların bağlayıcılığı yok denecek kadar az ve bu da bazı üye ülkelerde aşırı borç ve açık sorunlarına yol açıyor. Ülkelerin bu tutumları, 1997’de bütçe açıklarının GSYİH’nın %3’ünün altında ve borç seviyelerinin de GSYİH’nın %60’ının altında olmasını şart koşan İstikrar ve Büyüme Paktı’nın oluşturulmasına yol açtı. Fakat kurallar, Kovid-19 salgını sırasında askıya alındı ve yakın zamanda yeniden düzenlendi. Zira bunların köklü değişiklikler olmadan uygulanmasının, Avrupa Birliği’ni tam da büyük zorlukların üstesinden gelmek için mali esnekliğe ihtiyaç duyduğu bir zamanda, kemer sıkmaya zorlayacağı konusunda geniş bir fikir birliği oluşmuştu.
AB ve ABD mali yapıları arasındaki farklılıkların nedenlerini tarihse kabul etmek hata olmayacaktır. Tarihsel olarak ABD’de siyasi birlik, parasal ve mali birlikten önce tesis edildi. 1790 yılında, o zamanın hazine bakanı Alexander Hamilton, eyaletlerin dengeli bütçe yürütme sözü verdikleri bir uzlaşma karşılığında, federe eyaletlerin ödenmemiş borçlarını federal hükümete devretti. Parasal açıdan bakıldığında, Amerikan para politikasının çağdaş yapısını başlatan Federal Rezerv ancak 1913’te kurulabildi.
Avrupa Birliği’nde ekonomik entegrasyon ise ancak 1950’lerde başlayabildi. Çoğu ülke zaten ulusal düzeyde vergi ve harcama gerektiren kendi refah devletlerini yaratmış veya yaratmaktaydı. Bu bağlamda “Çok Yıllı Mali Çerçeve” olarak bilinen AB bütçesi oluşturuldu. Yeni bütçe ortak politikalar (tarım ve uyum fonları dahil) için ulusal bütçelerin küçük bir tamamlayıcısı olarak tasavvur edilmişti ve hala da öyle görülmeye devam ediliyor.
AB kuralları, yedi yıllık dönemler boyunca müzakere edilen Avrupa bütçesinin dengelenmesi gerektiğini şart koşuyor. Sonuç olarak, karbondan arındırma, dijitalleşme, ulaştırma ve enerji altyapısı veya savunma gibi güçlü pozitif dışsallıkları olan Avrupa kamu mallarına yatırım yapma çabaları üye devletlere terk edilmiş durumda. Bu, her ülkenin borçları ve farklı ulusal önceliklere bağlı olarak değişen mali kapasiteleri nedeniyle kaçınılmaz olarak, yatırımlarda eksikliklere ve farklılıklara yol açıyor. Dahası ister altyapı ister savunma alanında olsun Pan-Avrupa ülküsü, sınır ötesi yatırımları daha da zorlaştırıyor. Bu, herkesin yararına olacak ortak Avrupa eyleminin askıya alındığı tipik bir kolektif eylem sorunu yaratıyor ve Avrupa’nın kapasitesinde büyük boşluklara da yol açıyor.
Bütün bunlar sadece Avrupa Birliği’nin elini kolunu bağlayıp güçlü bir eylemde bulunmasını engellemekle kalmıyor, aynı zamanda tek pazarı tehdit ederek Avrupa ülkeleri arasında önemli eşitsizlikler de yaratabiliyor. Kısacası, Avrupa Birliği (ve özellikle Avro Bölgesi) tutarlı ve ortak bir maliye politikasına sahip değil, ancak yeni küresel ekonomik ve jeopolitik gerçekliğin ortaya çıkardığı acil Avrupa kamu mallarının birçoğunun yeterli finansmanını engelleyen, zayıf bir şekilde koordine edilmiş bir maliye politikasına sahip.
Geçtiğimiz yıl, Avrupa’nın entegrasyonunda bir sonraki adımı atması ve bir mali birlik geliştirmesi yönündeki çağrılar giderek daha fazla öne çıktı. Mario Draghi yakın zamanda Economist’te yayınlanan makalesinde “Avrupa şimdi, savunmanın yanı sıra yeşil geçiş ve dijitalleşme de dahil olmak üzere, kısa sürede büyük yatırımlar gerektirecek bir dizi uluslar üstü zorlukla yüzleşmek zorunda. Ancak şu anki haliyle, Avrupa’nın bunları finanse edecek federal bir stratejisi yok. Avrupa mali ve devlet yardımı kuralları ülkelerin bağımsız hareket etme yeteneğini sınırladığından, ulusal politikalar bu görevi üstleniyor” yorumunda bulunmuştu.
Bu konuyu dillendiren yegane kişi elbette Draghi değil. Uluslararası Para Fonu gibi pek çok uluslararası kurum ve çeşitli düşünce kuruluşları hatta pek çok akademisyen akademisyen uzun zamandır Avrupa Para Birliği’nin sürdürülebilir olabilmesi için mali ve aynı zamanda da siyasi bir birliğe ihtiyaç duyduğunu ileri sürüyorlar.
Yakın bir zamanda, Avrupa’nın ekonomiden sorumlu komisyon üyesi Paolo Gentiloni, bloğun, büyük harcama taleplerini karşılamak amacıyla eurobond ihraç ederek ortak malları finanse etmek için merkezi bir hazine kurmasını önermişti.
Avrupa Birliği mali kapasitelerini geliştirmeye karar verirse, ABD’nin ekonomik entegrasyon tarihini taklit etmiş olacağında şüphe yok. Bunda şaşılacak bir durum yok zira Jacob Kirkegaard ve Adam Posen’in de yazdığı gibi “ABD’nin ulusal ekonomik kurumları 19. ve 20. yüzyıllarda yalnızca değişen federal anayasanın sınırları içinde değil, aynı zamanda çoğu zaman, zamanın belirli siyasi olaylarına ve doğal felaketlerine yanıt olarak yavaş yavaş oluştu.”